Perşembe, Ekim 04, 2007

Go'ya başlarken

2002 yılında Ankara'da "Akıl oyunları" filmini izleyene kadar go oyunundan haberim yoktu. Filmde esas oğlanı John Nash bir buluş yapmaya çalışan parlak bir matematikçidir. Diğer arkadaşları ile rekabet halindedir. En büyük rakibi ile bahçede bir go maçı yapar ve yenilir. Hayal kırıklığı. 10 saniye kadar süren bu sahnede go tahtası bir kaç saniye kadar görüntülendi fakat bu goyu merak etmeye yetti. Arkadaşımla bir kaç hafta içinde ortak bir go tahtası aldık. Kendi kendimize öğrenmeye çalıştık. Başlarda oyunun ne zaman biteceğini anlayamadık, sonra hangi taşların ölü olduğunu. Sonra oyun sırasında içimizden "inşallah atariyi görmez" diye dua ettik:) Bu arada yanımıza her gün birileri daha katıldı. Oyunun bu kadar çekici olmasına şaşırdım. Bir haftada 5-6 kişi go oynamaya başladık. Bunun sebebi herhalde kuralların çok basit olması ve 2 dakikada öğrenilebilmesi (yeni başlayanlara bunu söylemek bazen ters etki yapabiliyor, 2 dakikada öğrenemezsem diye strese girenler olabiliyor:) ). Bir kaç hafta böyle sürdü ve başlangıç düzeyinde bir go oyuncusu oldum. Kendimi, goyu Topluluklardan öğrenmeyenler arasında, Türkiye'deki 2. go dalgasına kapılmış olanlardan sayıyorum. Birinci dalga olarak Şibumi'den esinlenenleri görüyorum. 2.si Akıl oyunları filmi (daha sonra başka kişilerin de bu filmden etkilenerek başladıklarını öğrendim). Tabiiki bu işin başını ODTÜ Alpar Kılınç Go Topluluğu ve büyük şehirlerdeki Go Toplulukları çekiyor.

Sonra yaklaşık 4 yıllık bir ara. Çanakkale'ye taşındım, askerlik falan girdi araya. Ortak aldığımız tahta bende kalmıştı fakat oynayacak kimse yoktu. 2006 yılının Eylül ayında KGS'ye üye olarak tekrar goya başladım. Bunun yanında Üniversitemde Go topluluğu kurma girişiminde bulundum ( hala başaramadım).

Bu süre zarfında okuduğum yazılardan, izlediğim oyunlardan go ile ilgili pek çok güzel şey öğrendim. Go ile ilgili güzel şeyleri değişik gruplarda ele almak mümkün.

Mesela felsefe. Bu konuda pek çok yazı var. Go oyununu gerçek dünya ile ilişkilendiren yazılar, oyundaki hamlelerin yaşamdaki kararlara benzetilmesi. İçinde bulunduğunuz durumdan maksimum fayda çıkarma çabası, olumlu şeylerle olumsuzların dengesi. Bunlar çok karmaşık, uçuk, zorlama düşünceler gibi görünse de sanırım oyunu oynayan herkes bunları hissediyor. Basitçe goyu öğreniyorsunuz, bir rakip bulup oynuyorsunuz ve gerçek yaşamdaki taktikleri kullanıyorsunuz. Bu arada uyguladığınız taktikleri geliştirip bunları gerçek yaşamda da uyguluyorsunuz. Hiç bir çabaya gerek yok, oldukça basit (Bir yerde, go oynayan birinin oyundaki taktikleri kullanarak iş bulduğunu okumuştum).Bu kadar basit ve doğal olması beni şaşırttı ve goyu öğrendikçe daha çok sevmeme sebep oldu. Gonun büyülü tarafı bu olsa gerek.

Bir diğer güzel tarafı gonun tarihle bütünleşmiş olması. 4000 yıllık bir oyun, dile kolay. Bir sürü efsane, hikaye, go için yazılmış şiirler. Go'ya adanmış Hikarunix işletim sistemini kurarken şöyle bir konuşma görünüyor ekranda:

Öğrenci: Usta, insanlığın icad ettiği en büyük oyun nedir?
Usta: Satranç!
Öğrenci: Peki Go?
Usta: Go herzaman vardı.

Sanırım bu tarih kısmını özetliyor:)

Bir diğer güzel tarafı da oynarken aldığınız zevk tabiiki. Bu bakımdan diğer oyunlara, hobilere benziyor. Günlük olaylardan sıyrılıp stres atabileceğiniz bir hobi. Bir zihin sporu. Bir oyun. Kendinize ayırdığınız bir zaman. Biraz kaçış.

Go ile ilgili başlangıçtan itibaren bazı maraz düşünceler aklınızdan geçiyor. Birincisi kazanma hırsı ve seviyenizi yükseltme çabası. En basit ifadeyle dan olmak istiyorsunuz. Prestijli birşey. Bir diğeri Türkiyede Go'nun sınırlı oynanması, bilinmemesi, elit oyunu olarak görülmesi düşüncesi. Gerçekten öyle mi görülüyor, yoksa öyle mi. Bir diğeri de kaybetme korkusu. Neticede bir zeka oyunu, bir müsabaka, bir yarış.

İlgimi çeken başka şeyler:
KGS'de 5-6 dan seviyelerine gelmiş oyuncuların hala bir şeyler denemesine çok şaşırmıştım. Oyuna başlıyorlar, bir şey deniyorlar, olmayınca teşekkür edip terk ediyorlar. Bu oyunun bir derya olduğunu gösteriyor. Öğrenecek şeyler bitmiyor. Hani oyunun sonuna geldim, artık bitirdim falan yok. Bilgisayarlar ancak 5x5 bir tahtada siyahın başladığında hep yeneceğini ispatlayabilmiş. 19x19 tahtada ise 1. ve 2. çizgi dışında oyunun her yerden açılabileceği yönünde bir yaklaşım var. Çok büyük bir belirsizlik. Tabiiki denemeyle bitmez:) Zaten dünyanın oluşumundan beri her saniye go oynansaymış yine de tüm ihtimaller tükenmezmiş. Go ile ilgili o kadar çok klişe var ki, alt alta yazılsa sadece klişelerden küçük bir kitap çıkar. Bir diğeri ise oyunu iyi oynamak için hem bir matematikçi hem de bir şair olunması gerektiği (Şibumi'den sanırım). Ne büyük, ne etkili sözler bunlar. Destansı sözler.