Perşembe, Ekim 04, 2007

Go'ya başlarken

2002 yılında Ankara'da "Akıl oyunları" filmini izleyene kadar go oyunundan haberim yoktu. Filmde esas oğlanı John Nash bir buluş yapmaya çalışan parlak bir matematikçidir. Diğer arkadaşları ile rekabet halindedir. En büyük rakibi ile bahçede bir go maçı yapar ve yenilir. Hayal kırıklığı. 10 saniye kadar süren bu sahnede go tahtası bir kaç saniye kadar görüntülendi fakat bu goyu merak etmeye yetti. Arkadaşımla bir kaç hafta içinde ortak bir go tahtası aldık. Kendi kendimize öğrenmeye çalıştık. Başlarda oyunun ne zaman biteceğini anlayamadık, sonra hangi taşların ölü olduğunu. Sonra oyun sırasında içimizden "inşallah atariyi görmez" diye dua ettik:) Bu arada yanımıza her gün birileri daha katıldı. Oyunun bu kadar çekici olmasına şaşırdım. Bir haftada 5-6 kişi go oynamaya başladık. Bunun sebebi herhalde kuralların çok basit olması ve 2 dakikada öğrenilebilmesi (yeni başlayanlara bunu söylemek bazen ters etki yapabiliyor, 2 dakikada öğrenemezsem diye strese girenler olabiliyor:) ). Bir kaç hafta böyle sürdü ve başlangıç düzeyinde bir go oyuncusu oldum. Kendimi, goyu Topluluklardan öğrenmeyenler arasında, Türkiye'deki 2. go dalgasına kapılmış olanlardan sayıyorum. Birinci dalga olarak Şibumi'den esinlenenleri görüyorum. 2.si Akıl oyunları filmi (daha sonra başka kişilerin de bu filmden etkilenerek başladıklarını öğrendim). Tabiiki bu işin başını ODTÜ Alpar Kılınç Go Topluluğu ve büyük şehirlerdeki Go Toplulukları çekiyor.

Sonra yaklaşık 4 yıllık bir ara. Çanakkale'ye taşındım, askerlik falan girdi araya. Ortak aldığımız tahta bende kalmıştı fakat oynayacak kimse yoktu. 2006 yılının Eylül ayında KGS'ye üye olarak tekrar goya başladım. Bunun yanında Üniversitemde Go topluluğu kurma girişiminde bulundum ( hala başaramadım).

Bu süre zarfında okuduğum yazılardan, izlediğim oyunlardan go ile ilgili pek çok güzel şey öğrendim. Go ile ilgili güzel şeyleri değişik gruplarda ele almak mümkün.

Mesela felsefe. Bu konuda pek çok yazı var. Go oyununu gerçek dünya ile ilişkilendiren yazılar, oyundaki hamlelerin yaşamdaki kararlara benzetilmesi. İçinde bulunduğunuz durumdan maksimum fayda çıkarma çabası, olumlu şeylerle olumsuzların dengesi. Bunlar çok karmaşık, uçuk, zorlama düşünceler gibi görünse de sanırım oyunu oynayan herkes bunları hissediyor. Basitçe goyu öğreniyorsunuz, bir rakip bulup oynuyorsunuz ve gerçek yaşamdaki taktikleri kullanıyorsunuz. Bu arada uyguladığınız taktikleri geliştirip bunları gerçek yaşamda da uyguluyorsunuz. Hiç bir çabaya gerek yok, oldukça basit (Bir yerde, go oynayan birinin oyundaki taktikleri kullanarak iş bulduğunu okumuştum).Bu kadar basit ve doğal olması beni şaşırttı ve goyu öğrendikçe daha çok sevmeme sebep oldu. Gonun büyülü tarafı bu olsa gerek.

Bir diğer güzel tarafı gonun tarihle bütünleşmiş olması. 4000 yıllık bir oyun, dile kolay. Bir sürü efsane, hikaye, go için yazılmış şiirler. Go'ya adanmış Hikarunix işletim sistemini kurarken şöyle bir konuşma görünüyor ekranda:

Öğrenci: Usta, insanlığın icad ettiği en büyük oyun nedir?
Usta: Satranç!
Öğrenci: Peki Go?
Usta: Go herzaman vardı.

Sanırım bu tarih kısmını özetliyor:)

Bir diğer güzel tarafı da oynarken aldığınız zevk tabiiki. Bu bakımdan diğer oyunlara, hobilere benziyor. Günlük olaylardan sıyrılıp stres atabileceğiniz bir hobi. Bir zihin sporu. Bir oyun. Kendinize ayırdığınız bir zaman. Biraz kaçış.

Go ile ilgili başlangıçtan itibaren bazı maraz düşünceler aklınızdan geçiyor. Birincisi kazanma hırsı ve seviyenizi yükseltme çabası. En basit ifadeyle dan olmak istiyorsunuz. Prestijli birşey. Bir diğeri Türkiyede Go'nun sınırlı oynanması, bilinmemesi, elit oyunu olarak görülmesi düşüncesi. Gerçekten öyle mi görülüyor, yoksa öyle mi. Bir diğeri de kaybetme korkusu. Neticede bir zeka oyunu, bir müsabaka, bir yarış.

İlgimi çeken başka şeyler:
KGS'de 5-6 dan seviyelerine gelmiş oyuncuların hala bir şeyler denemesine çok şaşırmıştım. Oyuna başlıyorlar, bir şey deniyorlar, olmayınca teşekkür edip terk ediyorlar. Bu oyunun bir derya olduğunu gösteriyor. Öğrenecek şeyler bitmiyor. Hani oyunun sonuna geldim, artık bitirdim falan yok. Bilgisayarlar ancak 5x5 bir tahtada siyahın başladığında hep yeneceğini ispatlayabilmiş. 19x19 tahtada ise 1. ve 2. çizgi dışında oyunun her yerden açılabileceği yönünde bir yaklaşım var. Çok büyük bir belirsizlik. Tabiiki denemeyle bitmez:) Zaten dünyanın oluşumundan beri her saniye go oynansaymış yine de tüm ihtimaller tükenmezmiş. Go ile ilgili o kadar çok klişe var ki, alt alta yazılsa sadece klişelerden küçük bir kitap çıkar. Bir diğeri ise oyunu iyi oynamak için hem bir matematikçi hem de bir şair olunması gerektiği (Şibumi'den sanırım). Ne büyük, ne etkili sözler bunlar. Destansı sözler.

Perşembe, Eylül 20, 2007

Fenerbahçe vs Inter

Fenerbahçemiz tarihe yazılacak bir oyunla italyan devini devirdi. Şimdi bilgisayarcı şapkamı bir kenara koyup spor yazarı şapkamı takıyorum :)

Maçın ilk beş dakkasını avrupa yakasına feda ettim ( rezalet, burayı geçelim)

Maçın başında Spiker aşırı konsantre gibiydi, kezmana yapılan penaltıdan bahsetmedi. Normalde olmayan penaltılar için çıngar çıkartmazmıydı bunlar, hayret. Bir kaç pozisyonda da maçı izlemiyormuş gibiydi.

Wederson süpriz bir şekilde sahadaydı, enteresan işler peşindeydi. Dan dun heryerden vurdu, güzel de vurdu :) Roberto Carlos'un esmer versiyonu gibiydi. Fenerbahçenin yedek kadrosu hakkaten insanı şaşırtıyor. Sol tarafta Uğur Boral'ı da çok beğendim sezon başı ama işi zor. Daha Tümer ve Appiah da var (Appiah'ın solda oynamadığını biliyorum, yedek olması açısından...).

Önder Turacı maçın başında 2 tane kötü orta yaptıktan sonra bir kaç pozisyonda fırsatı varken orta yapmayarak topu arkadaşlarına pasladı. Gereksiz bir güven eksikliği gibi geldi bana. Maç boyunca iyiydi.

Deivid kendisini eleştirenleri utandırmaya devam ediyor. Hem defansta hem ofansta hatasız oynadı. Son derece gösterişsiz ve kaprizsiz oynadı, bana göre takımın en iyisiydi. Beklere yardım etti, halftaymda forması sırılsıklamdı (yazar burada döktürüyor :) ). Top ayağına geldiğinde hiç acele etmeden tereyağından kıl çeker gibi çalımları harikaydı. Deniz ve Aurelio ile birlikte orta saha kusursuz oynadı.

Golden bahsetmeyeyim (burada yazar futbolun salt sonuca yönelik olmadığını şeyettiriyor).


Alexe diyecek söz yok. Topla leblebi gibi oynuyor ( benim icat ettiğim bir fütbol terimi). Tam rakip ayağından alacak sanıyorsunuz bir bakmışsınız çalım atmış. Daha top kendine gelirken tek dokunuşla çalım atıyor, muazzam. Goldeki asisti jenerik seviyesindeydi (ne demekse :) )

Kezman aslında beğendiğim bir futbolcu, geçen sene Parma maçında attığı bir çalımla o zamana kadar uyuyan fenerbahçeyi uyandırmıştı ve ilk golün asistini yapmıştı. O zamandan beri severim kendisini. Fenerbahçenin böyle ateşleyici oyunculara ihtiyacı var. Ama bu sistem ona uymuyor. Fenerbahçede hücumları ortasaha oyuncuları başlatıyor ve bitiriyor. Santrafora yönelik bir hücum anlayışı yok. Kezman da tek başına dolanıp duruyor.

Volkan tam konsantre değil, aklı başka yerde gibi. Hatası da olmadı aslında. Diğer defans oyucuları iyiydi. Luganonun tarzını sevmiyorum pek, Bülent Korkmaz gibi rakible oynuyor, çaktırmadan fauller falan. Ama başarılı oluyor.

Sonuç olarak bütün takım iyiydi ve tarihi bir galibiyet aldık. Her şey mükemmeldi, ta ki basın toplantısına kadar. Türk basınından inciler dökülmeye başladı. Hiç mi kültürümüz geleneğimiz yok anlamıyorum. Muhteşem bir oyun, tarihi galibiyet, her şey harika. Önce adamı bir tebrik et, güzel şeylerden bir bahset. Gerçekten merak edilen şeyleri sor. Hiç biri yok. Sanki karşılarındaki insan değil bir makina. Kendilerini kamera arkasında görünmez sanıyorlar. Tamamen suni soğuk bir iletişim. Neden onu oynatmadın demek yerine neden şunu oynattın demek daha makul değil mi. Gaziantep maçının kadrosunu sordular en son, "beni galibiyetimle başbaşa bırakın" diyebildi Zico. Adamın yüzü düştü valla. Daum da aynı şeyleri yaşadı. Güzel şeyler, eğlenmek pek rating yapmıyor diye insaflı bir şekilde yorumluyorum. Yoksa ben diyceğimi bilirim!

Tekrar diğer şapkamı alayım.

Mazinde bir tarih yatarrrrrrrrrrrr, yaşaaaaa Fenerbahçeeeeeeeee

Perşembe, Ağustos 23, 2007

Go Dergisi

Sonunda dergim geldi. Hazırlayanların ellerine sağlık, son derece kaliteli ve doyurucu bir içeriği var. Umarım uzun soluklu bir dergi olur.

Bilgisayarlar ve hurafeler

Hurafelerin en yaygın olduğu alanlardan birinin bilgisayarlar olduğunu düşünmüşümdür hep. İnsanoğlu eksik bildiği şeyleri hep hurafelerle doldurmuştur. Bir bakıma gereklidir de bu. Bir çok şeyi akılda tutabilmek için bunları bize göre mantıklı bir hikayeyle bağlarız. Aksi halde birbirine bağlı olmayan bilgileri akılda tutmak zordur, ayrıca sıkıcıdır da. Bilgisayarda en çok bilinen örneklerinden biri bilgisayarın yeniden başlatılması, kısaca aç-kapa yapmak suretiyle aksaklıkların giderilmesidir. Hackerlarla ilgili hikayeler, Bill Gates efsaneleri, virüslerle ilgili anlatılanlar vb. pek çok hurafelerle doludur bilgisayar teknolojisi. Geçen gün minibüste şöyle bir konuşmaya şahit oldum.

1. kişi: Kaspersky dünyanın en iyi antivirüs yazılımıymış, 1 numaraymış.
diğerleri: hmm
1. kişi: Ruslar NASAya karşı yapmışlar.
diğerleri: ???
1. kişi: O kadar sağlam yani.
2. kişi: Peki siz CIA ve Mossad'ın yediği son naneyi biliyor musunuz?
3. kişi: neymiş?
2. kişi: Bir program yazmışlar, MIT'de 500 kişi açığa alınmış.
3. kişi: Açığa mı alınmış, hmm, anaaa açığa alınmış (gülerek)
diğerleri: gülüşmeler

Bu tür hikayeler nereden çıkıyor, bir doğruluk payı var mıdır bilinmez. Google'da "kaspersky nasa" diye arayınca birşeyler çıkıyor. Burada da diğer mevzuyla ilgili bir haber var. Arkadaşların kendinden de birşeyler kattıkları anlaşılıyor. Bilgisayarcı olarak bu tür hikayeler zaman zaman bana da soruluyor. Bilmiyorum dediğimde bu pek tatmin edici olmuyor. Bilmiyorum ama doğru olduğunu zannetmiyorum dersem kabalık olabilir. Makul bir cevap vermek gerekiyor. "O değil de sen şunu biliyor musun" diye başka konuya geçmek (bkz. geyiğe sarmak) da eğlenceli bir yöntem. Halk bunu istiyor:)

Perşembe, Ağustos 16, 2007

TATİLDEN DÖNDÜK




Bu sene tatilde KUŞADASI'ndaydık.Dönem başlamadan bu tatil çok iyi geldi.Kuşadası/güzelçamlı dan tekne turlarına katılmıştık.Yunanistan adalarına çok yaklaştık bu gezi sırasında.Normalde de bazı koylardan denize girmek bu sebepten yunanistan adalarına çok yakın olmasından dolayı denize girmek ve deniz bisikletleri yasaklanmış.Tekne ile gezerken bazı koylarda kayalıklarda küçük botlar,deniz yatakları görmekte mümkün:)






ZEUS MAĞARASI

Tekne turu bittikten sonra
ZEUS MAĞARASI'na gittik.Muhteşem bir mağarayla karşılaştık.Suyu çok fazla soğuktu ama o suda yüzmekte çok güzeldi.
Efsaneye göre;

Göktanrısı Zeus, kardesi Poseidon'u kızdırdığında elindeki üçlü yabasını kaldırarak dalgaları kabartıp, denizi altüst eden Poseidon'un gazabından kaçıp sakinleşmesini beklemek için bu mağaraya sığınır. Dinlenir ve yıkanırmış.

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

ÇOMÜ Enformatik Bölümü olarak yürüttüğümüz projenin bir uygulaması olarak Fen Edebiyat Fakültesi laboratuarına Derya Ergün Zorlubaş ve Ayhan Zorlubaş tarafından Pardus kurulmuştur. Ayrıca önümüzdeki dönemde TBTK dersinde Open Office anlatma planımız var aksilik olmazsa gerçekleşecek. Hayırlı olsun :)

Cumartesi, Haziran 23, 2007

Bir dönem daha bitti

Sömestr desem daha anlaşılır olur. Dün güzel bir törenle kimileri mezun oldu. ÇOMÜ birincisi Oğuz Yarımtepe mezuniyet töreninde harika bir konuşma yaptı. Keşke bütün öğrenciler aynı anlayışta olsalar.

İki yıldır Enformatik bölümünde Temel Bilgi Teknolojileri dersini veriyorum çeşitli bölümlerde. 99yılından beri Bilgisayar mühendisliğinde çeşitli dersleri vermiş olmama rağmen bu Windows, Word, Excel gibi görece basit (hatta çok basit, eften püften) derste zorlanacağımı biliyordum. İçinde çeşitli çelişkileri barındıran sıradan basit bir zorunlu YÖK dersi. Nedir bu çelişkiler mi?
-Zaten insanların kendi kendine öğrenebileceği şeyleri (Windows'da ve Word'de temel işlemler) ders formunda anlatmak uygun mudur! Uyugunsa cep telefonu kullanmanın neden dersi yok. Uygun değilse öğrencilerin bu konuları bildiğini kabul etmek mi gerekir.
-Öğrencilerin seviyelerinin çeşitlilik göstermesi de bir başka çelişkili durum. Kimisi ilk kez bilgisayarla karşılaşıyor. Kimisi de daha önce dersini almış, yıllardır evinde bilgisayar kullanmış. Bu durumda bilgisayarı açıp kapatma gibi basit konularda bilenler sıkılıyor haliyle, anlatmayınca da bilmeyenler adapte olamıyor. Dersi alanların seviye aralığı çok büyük yani.
-Çeşitli bilgisayar terimleri, kavram isimleri henüz Türkçede oturmamış. Günlük hayatta kimsenin kullanmadığı bu terimleri derste anlatınca pek hoş olmuyor. Halbuki bunlar anlatılmazsa herşey bölük pörçük ve havada kalıyor.

Kısaca bu ders aslında formal olarak işlenebilecek bir ders değil. Yani fizik matematik gibi şu şudur bu budur deyip geçilemiyor. İçeriği de oturmuş değil. Günlük hayatta herkezin karşılaşabileceği şeyleri yapay bir ders formuna sokup anlatmak pek mantıklı değil. Bazı şeyleri öğrenciler derste değil de günlük hayatta daha iyi öğreniyorlar. Böyle olunca da dersin önemi ve itibarı azalıyor. Diğer taraftan bazı şeyleri de günlük hayatta öğrenmek mümkün değil. Bunlar bilinmezse bilgisayar çok verimsiz ve cahilce kullanılıyor.

Bunun dışında eğitim sisteminden kaynaklanan problemlerin bu derse yansıması da ortaya çıkıyor. Öğrencilerin geneli okulu bitirilmesi gereken binalar olarak gördüğünden dersler de formalite olarak algılanıyor. Eğitim kalitesindeki rollerinden öğrenciler pek farkında değil. Bütün dersler boş geçse, herkes sınavlardan 100 alsa derslerde sadece geyik yapılsa acaba gerçekten mutlu olacaklar mı. Sanmıyorum ama büyük çoğunluğu öyleymiş gibi davranıyor.

Artık usulen söylediğim şeyler:
-Her dönemin ilk haftalarında konulardan bahsederken: "Bunların dışında sizin öğrenmek istediğiniz konular, merak ettiğiniz şeyler var mı?" Nasılsa "uyduruk" bir ders ve öğrencilerin istediği konulara yer verecek zaman ayarlanabilir.
Şu ana kadar şunu öğrenmek istiyoruz diyen çıkmadı.
-"Ders sırasında istediğiniz zaman durdurup soru sorabilirsiniz". Genelde en çok sorulan soru, konu bittikten sonra, "hiç bir şey anlamadık" oluyor:) Evet, bu bir soru değil.
-"Kimseyi rahatsız etmediğiniz sürece istediğiniz zaman girip çıkabilirsiniz derse". Genelde her giriş çıkışta izin isteniyor, geç gelindiğinde özür dileniyor. Tabi saygı görmek, değer verilmek hoş ama bence daha önemlisi dersin bölünmemesi. Geç gelinmesi uygulamada problem oluyor. Çoğu zaman şöyle şeyler oluyor. Dersin başında biraz teorik konular ve uygulamada yapacakları şeyleri anlatıyorum. "Buyrun arkadaşlar şimdi bunları bilgisayar başında tatbik edin" dediğim sırada nefes nefese biri içeri giriyor. Özür faslından sonra soruyu yapıştırıyor "Hiç bir şey anlamadım". Öncelikle bu bir soru değil:) Derse geç gelmiş dolayısıyla konuyu dinlemeyen birinin anlaması mümkün değil. Eğer bir şeyi dinlediyseniz hiç bir şeyi anlamamanız mümkün olabilse de bunu bu şekilde ifade etmek mümkün değil:) Neyi anlamadınız, konu neydi, anladığınız ufak da olsa bir şey varsa lütfen söyleyin. Hiç yardımcı olmuyorsunuz.

"Hiç bir şey anlamadım" demenin bir başka zararı da diğerlerini bir şey yapmamakta, anlamamakta teşvik etmesi. Yani biri çıkıyor ve büyük bir özgüvenle "bir şey anlamadım" diyor ve anlamaya çabalayan biri ya da önemli kısmını anlayan biri bundan güç alarak çabalamayı bırakıyor. Zaten kimse bir şey anlamamış, demekki ben yaptığım yeterli diye düşünüyor. Ayrıca kimse anlayıp anlamadığını ifade etmek zorunda değil.

Netice itibariyle tek tek öğrencileri de suçlamak doğru değil aslında. Toplu olarak birbirlerini kötü etkiliyorlar diye düşünüyorum. Farkında olmadan dersin kalitesini yerle yeksan ediyorlar.


Öğrencilerin şunun da bilincinde olmasını isterim. Kimse 100 aldı diye baştacı edilmiyor, veya 0 aldı diye ayıplanmıyor. Genelde yüksek alanlar benimle yakınlaşma eğiliminde oluyor, düşük alanlar ise kaçma eğiliminde. Pratikte alınan notla dersin hocasına yakınlaşma arasında bir miktar pay olduğunu kabul etsem de teorik olarak hiç bir önemi yok. Tamamen nota endekslenmiş bir bakış açısı beni rahatsız ediyor. Neden kimse dersin kalitesini sorgulamıyor, daha iyi şeylere, daha üstdüzey konuları öğrenmeye layık olduklarını öne sürebilirler mesela. Bunu daha sonradan, çok sonradan yaptıklarına eminim. Öyleyse dönem içinde niye bundan bahsetmiyorlar. Bundan bahsetmeyerek kaliteyi düşürdüklerinin neden farkında değiller. Bunu yapmak zorunda değiller elbette. Tercih meselesi. Bir öğrenci bir derse ilgi duymayabilir, özel problemleri yüzünden başarısız olmuş olabilir. Dersi, okulu, hocayı beğenmeyebilir, tercih meselesi. Peki neden böyle bir durumda da notunun yüksek olmasını bekliyor. Böyle bir durumda notunun yüksek olması kalitenin düşüklüğünü göstermez mi. Teorik olarak herkes iyi notlar almak ister. Çok isterdim okula gitmeden sınava girmeden diploma almayı. Ama bunu yüksek sesle dile getirmedim:)

Bence öğrencilerin dersin kalitesine katkıda bulunmayışının sebebi biraz korku, biraz özgüven eksikliği, biraz da sürü pisikolojisi. Eğer dersle veya hocayla ilgili bir eleştiri yaparlarsa hoca onlara "takar", tavır alır, dersten bırakmak için elinden geleni yapar alimallah:) Bu yüzden bu tür eleştirileri hocanın olmadığı bir ortamda yapmak daha hayırlı:) Köprüyü geçene kadar dayı demeli. Şu lanet dersten kurtulalım da gerisi önemli değil. Şimdi bişey desek anlamaz bu düdük makarnası diyen gözlerle suskun suskun izliyorlar dersleri. Konuşmadıkları için de kimse onları suçlayamaz, zorunda değiller. Sevdiğim sözlerden biri aklıma geliyor: "Türk söylemez, söylenir". Halbuki eleştiri yaptım diye dersten kalacaksam bir şey kaybetmiş sayılmam diye düşünmek daha doğru bir düşünce olurdu:) Öğrenciler haklarının farkında değiller, notuna itiraz edecek cesareti gösteremeyenler var. Sınavda hatalı soru sorduğum zamanlarda ya bunu kimse farketmiyor ya da önemsemiyor. Ben yine de bunu düzeltip olabilecek haksızlıkları önlemeye çalışıyorum ve bunu öğrencilere de bildiriyorum. Genelde pek yanlış soru sormadığımı da söyleyeyim:) Bir diğer mevzu da sürü pisikolojisi. Derste soru soran kişiye acaba "inek" gözüyle mi bakıyorlar. Soru sorulsa hocanın anlatacağı şeyler öğrencilere sınavda zor sorular olarak geri mi döner. Aklıma bir söz daha geliyor: "Bulandırmayalım denizi, uyandırmayalım kerizi". Bu yüzden "dersin kalitesinin artmasını" istemiyorlar. Birbirlerine kötülük yapmış olmamak için. Birbirlerine böyle destek olmalarını taktir etmek mi gerekir. 8 yıldır üniversitede derse giren biri olarak sınıf içinde sürü pisikolojisiyle hareket etmeyenlerin, hatta "ayrılıkçı" olarak nitelenen kişilerin öğrenim hayatlarından sonra çok başarılı olduklarını söylemem gerekir. Bir topluluğa (sınıfa) uyum sağlamakla, bazı durumlarda topluluktan ayrılmak, inisiyatif alarak kendi yolunu çizmek arasında doğru seçim yapmak çok önemli diye düşünüyorum. İnce bir çizgi. Belki de kalın.

Bu önemsiz dersle, üniversite eğitimiyle, eğitim sistemiyle ilgili "şikayetlerim" bunlarla da bitmiyor. Bence bir dersin kalitesiyle ilgili en önemli unsur adalet, not adaleti. Bunu sağlamak hocanın görevi, vefakat öğrencilerin de katkısı var. Sınavlarda kopya çekilerek, ödevlerde yardımlaşarak, uygulamalarda ekip çalışması yaparak not adaleti zedelenmiş olmuyor mu. Oluyor tabiiki. Ama kimse haksız not almaya çalışan arkadaşını suçlamak istemez. Bu konuda haksız da sayılmaz, hocanın görevi. Bir kaç kişi haksız şekilde not almaya çalışır ve bunda başarılı olursa bu adalet sistemini pek de zedelemez, ihmal edilebilir diyebiliriz. Bu sayı ne kadar artarsa adalet sisteminin zedelendiğinden bahsedebiliriz. Tüm sınıf kopya çekerse acaba ne olur. Sokakta birine küfrederseniz tutuklanabilirsiniz fakat stadta binlerce küfreden kişinin tutuklandığı görülmemiştir. Belki ağır bir benzetme oldu ama bazı derslerde öğrencilerin tavrını buna benzetiyorum. Toplu olarak yapıldığında yanlış bişeyin o kadar da yanlış olmadığı düşünülüyor. Toplu hareket etme düşüncesi bence üniversiteden önceki okullarda öğrencilere yanlış bir şekilde öğretilen bir şey. Eğitim sistemi kişilerin bireysel olarak hareket etmesini, özgüven kazanmasını engelliyor.

Geçtiğimiz 2 yılda bana yöneltilen soruların istatistiğini tutsaydım heralde aşağıdaki tablo ortaya çıkardı:) Tekrar belirteyim, kimseyi bu soruları sorduğu için veya hiç soru sormadığı için suçlamak doğru olmaz.

1. İmza kağıdı ne zaman çıkacak (284 kez)
2. Hiç bir şey anlamadım (215 kez) Tabii ki bu bir soru değil:)
3. Girebilir miyim (185 kez)
4. Çıkabilir miyim (146 kez)
5. Sınavda ne soracaksınız (100 kez)
6. Dersle ilgili çeşitli sorular (70 kez)


Sonuç olarak öğrencilere bu kadar "yüklendikten" sonra söylemem gereken bazı şeyler de var. Üniversite sınavını kazanarak geliyorlar ve üniversitenin asıl sahibi onlar. Daha güzel imkanları, eğitimi hakediyorlar. Onlardan iyi şeyler beklemeden önce idarecilerin hocaların devletin onlara daha iyi şeyler sunması gerekir. Bir söz daha geldi aklıma: "Bir kölenin asıl istediği özgürlüğe kavuşmak değil, kendisinin de köleye sahip olmasıdır; efendi olmaktır". Öğrencilere de hakettikleri şekilde davranılırsa başarılı olacaklarına inanıyorum. Büyük bir çoğunluğunun pırıl pırıl insanlar olduğunu, imkan sağlanırsa alanlarında çok büyük başarılara imza atmalarının hiç de zor olmadığını düşünüyorum. Çok şükür önlerinde böyle örnekler mevcut.

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

Linux'ta en çok kulladığım 10 komut

history|awk '{print $2}'|awk 'BEGIN {FS="|"} {print $1}'|sort|uniq -c|sort -rn|head -10

okulda:
28 su
14 echo
13 ls
11 cd
8 which
8 nano
8 grass60
7 source
7 java
6 qgis

evde:
58 ls
55 su
35 cd
23 grass
15 java
12 nano
12 echo
10 apt-get
9 mkdir
8 qgis

Powered by ScribeFire.

Cumartesi, Mayıs 12, 2007

Kombilo

Kombilo oynanmış go oyunları arasında sorgulama yapan, bunları karşılaştıran vs. vs. bir go programı.

Python gerektiriyor. ayrıca python-tk ve python-pmw paketi de kurulu olmalı:
$apt-get install python-tk python-pmw

Daha sonra çalıştırmak için:
kemal@debian:~/kombilo/ python kombilo.py
komutu verfiliyor ve sonuç:

Kurulduğunda veritabanı boş. İstediğiniz oyunların sgf dosyalarını indirip kullanabiliyoruz. Burada onbinlerce oyunu indirebileceğiniz adreslerin bir listesi var.

Gogrinder

Yine hikarunix vasıtasıyla tanıştığım gogrinder java ile yazılmış go problemleri üzerinde uğraşabileceğimiz bir program. Java ile yazıldığından platform bağımsız.

Java 1.4.2 veya üstü grektiriyor. zipli olarak indirdiğiniz dosyayı bir klasör içine açıyoruz. Daha sonra komut satırından klasörün içindeyken:
kemal@debian:~/ java -jar GoGrinder.jar
komutunu vererek çalıştırıyoruz. Problem çözmek için mükemmel bir program. Bu programı çok sevdim.

Gogringer'la birlikte 347 problem geliyor. Dilerseniz goproblems.com'da bulunan 3000'den fazla problemi indirip kullanabilirsiniz. Bu arada yukardaki siyah taşın kurtulabiliyor olması hayli ilginç.

Go debian go

Debian'da hikarunix üzerinde bulunan go programlarının kurulması üzerine bir deneme:

İlk iş gnugo: gnugo, konsolda go oynayabilen akıllı bir program.
$aptget install gnugo
Hemen kuruldu. Çalıştırmak için normal kullanıcı ile (root ile olmuyor) gnugo komutunu veriyoruz:
kemal@debian:~$ gnugo
Sırada qgo: Go istemcisi, sgf editörü ve gnugo arayüzü
$apt-get install qgo
Hemen kuruldu. Çalıştırmak için normal kullanıcı ile (root ile olmuyor) qgo komutunu veriyoruz:
kemal@debian:~$ qgo
Kurulu kurulmaz gnugo'yu tanıdı ve bilgisayara karşı oynamaya başlayabildim. Daha önce ayarlardan gnugo'nun olduğu yeri gösterdim diye hatırlıyorum ama apt paketlerinde gerek kalmıyor demek ki, ne güzel.

Paketlere bakarken gördüğüm gtkgo'yu da kurayım:
$apt-get install gtkgo
çalıştıralım.
kemal@debian:~$ gnugo

Arayüz olarak kötü, ses çalmaya çalışırken çakıldı ama işe yarayabilir.

Diğer programları bir sonraki girdiye bırakayım, zira onlar tar.gz ve bir sürü ayar gerektiriyor galiba, veritabanı falan, buraya sığmaz.

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Öncesi, Sonrasıyla Linux ve Özgür Yazılım Şenliği

Geçen hafta VI. yapılan Linux şenliği ardından aklımda kalanları şöyle bir yazayım.

  • 1 Mayıs Salı: Yetişmesi gereken bir iş için Necdet'le birlikte gece yarısına kadar süren hummalı bir çalışma yaptık. Ertesi gün akşamı Bilişim Topluluğu Şenliğe otobüs kaldıracaktı. Gün boyu topluluk elemanları ve bilgi işlemdeki arkadaşlar otobüs ve kalacak yer işlerini organize etmek için uğraştılar.
  • 2 Mayıs Çarşamba: Önceki akşam yaptığımız çalışmanın o kadar acelesi olmadığını öğrendik:) Şenlik için akşam 8'de bilgi işlem önünden otobüs kalkacaktı. Necdet ve Sedat beyler önden akıncı olarak 5 gibi yola çıktılar:) Ben 7'de bilgi işleme gitmek üzere evden çıktım, üniversitenin ana kapısındaki görevlilere geçerken sorduğumda bana 9'da eğitim fakültesinden kalkacak denmesine pek aldırmadan içeri girdim. 2 kişi bekliyordu henüz. Tekrar kapıya dönüp bizi götürecek şoförün telefonunu aldım. 8:15'de geleceğini söyledi. Dediği zamanda geldi fakat yakıt alacağını söyleyerek geldiği gibi gitti. Ne kadar süreceğini sorduğumda yarım saat olduğunu söyledi. Neyse 9 gibi yola çıktık. Otobüs beklediğimden konforluydu. Yanım da boştu. Rahat bir yolculuk oldu.
  • 3. Mayıs Perşembe: Şenliğin ilk günü sabah 7'de odtü kapısına geldiğimizde uyandım. Gece 3e kadar uyumamıştım. 4 saat uyku otobüs yolculuğu için fena sayılmazdı. Kapıda nerden ne için geldiğimiz irtibat telefonu gibi bilgiler alınarak giriş yaptık. ODTÜ çarşıda inerek kahvaltı için bir kafeye girdik. İlk gün açılış konuşmasında salonun çoğunluğunu oluşturuyorduk. Güzel seminerler oldu. Akşam ankara'da öğretmenlik yapan arkadaşım Hüseyin'in evinde kaldım.
  • 4. Mayıs Cuma: Bugün biraz daha az seminere katıldım. Öğleden sonra Hüseyinle birlikte ankarada dolaştık.
  • 5. Mayıs Cumartesi: Bu gün katılım haftasonu nedeniyle biraz artmıştı. Rastgele seminerlere girerek bu günü de geçirdim. Öğleden sonra Safranbolu'dan Yücel geldi. Kızılay'da lisanstan bir diğer arkadaşımız, Hüseyin Numan'la buluştuk. Yücel ve ben hüseyinlerde kaldık.
  • 6. Mayıs Pazar: Şenliğin son günü sabahtan arkadaşlarla vakit geçirmek için Şenliğe gitmedim. Öğleden sonra onlarla beraber ODTÜ'ye gittik. Daha az seminere katıldım. Öğleden sonra 3 gibi Yücelleri uğurladım. 5'deki ödül törenine katıldım. Öğrencilerimizden birkaçının ve Üniversitemizin Kütüphanesine Pardus kurulumu projesi alması sevindiriciydi. 7'de ödül töreni bitti. Öğrencilerle birlikte otobüsün 9'da kalmasının iyi olacağına karar verdik. Şoför arkadaş buna pek de sevinmedi:) Dönüş yolculuğu da rahat geçti.


Çok fazla seminere katılmasam da en beğendiğim seminerler A. Murat Eren'in Nasıl PArdus Geliştiricisi Olunur isimli semineri ve Cevat Şener hocanın Grid Nedir? isimli semineriydi. LKD Paneli de tartışmalarıyla şenliğe heyecan kattı:) Dışarıdan ve uzaktan görebildiğim kadarıyla hemen hepsi alanlarındaki başarılarıyla ve tanıdığım kadarıyla kişilikleriyle güzel insanlar denebilecek olan LKD yönetimi yine aynı özelliklere sahip daha yakından tanıdığım kişiler ve dostlarım tarafından sıkı bir şekilde eleştirildi. Yönetimden yine uzaktan harika bir insan olarak tanıdığım Onur Tolga Şehitoğlu hoca hatalarını kabul etti ve üstlendi. Kendi kendime şöyle düşündüm: Evet LKD'nin daha iyi şeyler yapması lazım, yıllar geçtikçe ilk yıllardaki heyecan azalıyor, yapılanların üzerine bir şey eklenmiyor. Sürekli atak oynayan gol pozisyonu üreten fakat gol atamayan bir takım gibi LKD. Sonunda atamayana atarlar kuralı gerçekleşecek hissini uyandıran bir takım. Yani elinizde fırsat varken gol atamıyorsanız son dakikalarda yenecek bir gol daha kötü moral bozukluğu yaratabilir. Savunan takım da beni öldürmeyen şey güçlü kılar anlayışıyla daha fazla moral bulabilir. Takım üyeleri de bireysel yetenekleri olan kişiler fakat ortada başarı yok. Kısacası Fenerbahçeye benzettim LKD'yi:) Bir de milletçe organizasyon becerimizin olmadığını düşündüm (sanki benim varmış gibi). Bu durum genlerimize işlenmiş gibi. Tarihte bilmem kaç tane devlet kurmasıyla öğünen Türkler'in bu özelliğinden artık hiç eser olmadığını düşündüm. Tarihin yanlış öğretilmiş olabileceğini düşündüm.

Her şeye rağmen 4 gün ODTÜ'de Linux ve özgür yazılımla ilgili kişilerle bir arada olmak çok güzeldi. Buradan Necdet Yücel hocama ve dostuma sonsuz teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bildiğimi söylememe izin vermenizi rica ederim:)

Pazar, Nisan 29, 2007

Yaşasın Hikarunix

Ben bugün Hikarunix kullandım. Go oyununa adanmış bir Linux çalışan CD kendisi. CD'yi taktım, daha önce okuldaki bilgisayarımda denemiştim ve açılmamıştı ama evde çalıştı. Tam bir go cenneti, go ile ilgili her türlü program belge var. Nereye saldıracağımı bilemedim. Bir hafta boyunca her gün kullanmam halinde ancak programların nasıl kullanıldığını öğrenebilirim. Henüz 0.4 sürümü ve iso dosyası 200 mb. Hala şaşkınlık içerisindeyim bu kadar güzel şeyleri Linux'da görmeye alışkın olmama rağmen. Yapanlara saygı duymamak elde değil, pes doğrusu.





Powered by ScribeFire.

Perşembe, Nisan 19, 2007

Kurulum gecesi

Kurulu debianımın yanına önce ubuntu kurdum. Daha sonra ubuntuyu silip pardus kurdum. Bu arada partition table iyice karıştı. Debian açılmadı. Sonradan anladım ki yeni kurulumu hda6yı silip yaptığımdan diğer hdalar -1 değişmiş. Pardustan debianın fstabını değiştirdim. $ cat /mnt/hda6/boot/grub/menu.lst >> /boot/grub/menu.lst ile de grubu geri aldım halloldu. 3 saat aldı kurulum falan fıstık. Yapılacak bir sürü iş de başka bahara kaldı.







Powered by ScribeFire.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

su testisi

su yolunda kırılır.

Salı, Şubat 20, 2007

GIS-Knoppix

Web sayfalarında ücretsiz CBS programları ararken freegis ve opensourcegis gibi güzel sayfaların yanında bir de GIS-Knoppix dağıtımını buldum. Bilinen Knoppix çalışan cd içine GRASS, UMN Mapserver, PostGIS ve daha birsürü CBS ile ilginenlere lazım olacak programları koymuşlar. İsoyu hemen indirdim, 5-10dk kadar sürdü (1.5mb/s). CDye yazdım ve boot ettim. Harika çalıştı:)





powered by performancing firefox

Yeni bir dönem daha başladı

Sömestr desem daha anlaşılır olur. Yeni öğrenciler ve aynı dersler. Hala aynı sorunlar. Temel Bilgi Teknolojileri Kullanımı dersinin ismi kaç değişik şekilde yazılabilir? Flash anlatsak olur mu? Avrupa Birliğine girsek lablarda msn kullanmak serbest olacak mı? vesaire vesaire



Yine de bazı şeyler değişecek.





powered by performancing firefox

Pazar, Şubat 18, 2007

Bugün

yeni bir gün





powered by performancing firefox

Çarşamba, Şubat 07, 2007

performancing

testi





powered by performancing firefox

ooooo

pabbi minn



powered by performancing firefox